top of page
Search

21. Yüzyılda Üniversite: Tehditler

  • Writer: Nuri Ersoy
    Nuri Ersoy
  • 4 hours ago
  • 13 min read

ree

Nuri Ersoy

 

Giriş


Türkiye’de üniversiteler üzerine yürütülen tartışmalar çoğu zaman yalnızca iktidara yakın isimlerin rektör olarak atanması çerçevesinde toplumsal gündemde yer buldu. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra gerçekleştirilen düzenlemelerle doğrudan Cumhurbaşkanlığı yetkisine devredilen rektör atama süreci, üniversite özerkliğinin aşınması çerçevesinde eleştirildi. Ancak çağımızda üniversitelere yönelik tehditler rektörlerin atama yoluyla belirlenmesi ile ve Türkiye ile sınırlı olmayan küresel bir soruna işaret ediyor. Üniversiteler uzun zamandır bilgi üretimi, eleştirel düşünce ve toplumsal ilerlemenin kaleleri olarak görülmekteydi. Ancak 21. yüzyılda, özerkliklerini, meşruiyetlerini ve kamusal misyonlarını tehdit eden eşi benzeri görülmemiş zorluklarla karşı karşıyadırlar. Bu tehditler ancak daha geniş bir çerçeveden, neoliberalizm, küreselleşme, dijital dönüşüm, epistemik krizler ve çağımızın çoklu krizi (polycrisis) tarafından şekillenen karmaşık yapısal dönüşümler üzerine düşünerek anlaşılabilir. Bu yazı, üniversitenin neden günümüzde böylesine tartışmalı bir kurum haline geldiğini açıklamak için bu birbirine bağlı dinamikleri incelemektedir. Bu dinamiklerin her biri ayrı bir yazının konusu olmayı hak etmektedir, ancak bu yazının misyonu genel bir çerçeve çizmek ile sınırlıdır. Üniversitelerin içinde bulunduğu bu sıkışmışlığı aşmak için öneriler bir sonraki yazının konusu olacaktır.


Neoliberalizm ve Yükseköğretimin Ticarileşmesi


Günümüz dönüşümlerinin merkezinde 1980’lerde şekillenmeye başlayan ve 20. yüzyılın hâkim paradigması haline gelen “Neoliberal Paradigma” yer almaktadır; bu paradigma her şeyden önce eğitimi kamusal bir hak yerine bir meta olarak yeniden tanımlamaktadır. Üniversiteler giderek şirket tarzı yönetim uygulamalarını benimsemekte, meslektaş yönetişimi, fikri sorgulama ve demokratik değerler yerine yukarıdan aşağıya alınan kararlar, performans göstergeleri, küresel sıralamalar ve maliyet etkinliğine öncelik vermektedir. Kamu finansmanındaki kesintiler ve düşük akademisyen ücretleri, kurumları ve akademisyenleri öğrenim ücretleri, sanayi ortaklıkları ve ticarileştirilmiş araştırmalar yoluyla alternatif gelir kaynakları aramaya zorlamaktadır. Sonuç olarak, üniversiteler piyasa mantığını içselleştirdikçe akademik özgürlük ve kolektif yönetim aşınmakta; öğrenciler müşteri, bilgi ise bir meta olarak konumlanmaktadır.


Bu durum uzun yıllardır özellikle askeri-sınai kompleksin gelişmiş olduğu ABD gibi ülkelerde üniversitelerin doğrudan askeri araştırmalara yönelmesi ile pekiştirilmektedir. Türkiye’de de son yıllarda savunma sanayiinin devlet destekli yükselişi özellikle ileri malzemeler, itki sistemleri, radarlar, insansız araçlar, yapay zekâ türünden ikili kullanımı olabilecek alanları daha prestijli araştırma alanları haline getirmiş, bu alanlara yönelik araştırma fonları artmıştır. Bu arada reel sektörün ekonomik olarak giderek sıkıştığı bir dönemde savunma sanayii mühendislik fakültelerinden mezun olanlar için önemli bir istihdam alanı haline gelmiştir. Bu durum üniversite öğretim üyelerinin ve mezunlarının toplumun iklim değişikliği kaynaklı tarımsal çöküş, ekonomik kriz, giderek artan şiddet ve savaşlar, geçim sıkıntısı türünden daha acil ve öncelikli meseleleri ile uğraşmasını engellemektedir.


Hakikat Sonrası Çağ ve Epistemik Kriz


Popülizmin, kültür savaşlarının ve dijital dezenformasyonun yükselişi yükseköğretimde epistemik bir krize yol açmıştır. Geleneksel olarak tarafsız bilgi üreticileri olarak görülen üniversiteler, artık ideolojik önyargı ve elitizmle suçlanmaktadır. Sosyal medya etkileyicileri ve komplo ağları tarafından yönlendirilen alternatif bilgi ekosistemleri, akademik otoriteyle rekabet etmekte ve kamuoyunun bilimsel uzmanlığa olan güvenini aşındırmaktadır. Bu bağlamda, üniversiteler hakikatin dahi siyasallaştığı giderek daha düşmanca bir ortamda yol almak zorundadır.


Bu durum yeni sağ siyasetler ve siyasi iktidarlar tarafından daha da pekiştirilmektedir. Yeni sağ, üniversiteleri “halktan kopuk”, “liberal sol ideolojilerin üssü” olarak resmeder. Akademi, “gerçek halk değerlerinden uzak” bir elitizmle özdeşleştirilir. Üniversitelerin kültürel alanı sol/liberal değerlerle doldurduğu, dolayısıyla toplumsal dönüşümü bu yolla etkilediği savunulur. Üniversitelerin cinsiyet eşitliği, LGBTİ+ hakları, göçmenlik veya ırkçılık karşıtlığı gibi konularda sol liberal ve kozmopolit değerleri yaydığı düşünülür. Yeni sağ liderler, üniversiteleri halkın değil elitlerin çıkarını savunan kurumlar olarak gösterir. “Biz ve onlar” ayrımıyla akademik özgürlük, “ideolojik dayatma” gibi çerçevelere oturtulur. Müfredatta “sol ideolojik içerik” bulunduğu, milli değerlere karşı küreselci bir yaklaşım hâkim olduğu iddia edilir. Yeni sağ siyasetçiler, üniversite içindeki “woke kültürünü”, “politik doğruculuğu” ve “iptal kültürünü” (cancel culture) eleştirerek popüler destek kazanır.


Bu küresel saldırıya ilişkin Türkiye, Avrupa ve ABD’den pek çok bulmak mümkün. Erdoğan, 7 Ocak 2018 tarihinde, Boğaziçi Üniversiteliler Derneği'nin 14. Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada yeni sağın üniversite karşıtı söyleminin kristalize bir örneğini verdi: Boğaziçi Üniversitesi'nin ülkenin en prestijli ve önemli yüksek öğretim kurumlarından olduğunu kabul etmek gerektiğini söyleyen Erdoğan, yine de Boğaziçi Üniversitesi'nin gönlünden geçen konumda olmadığını belirtti. Erdoğan bunun nedeninin ise Boğaziçi'nin "bu ülke ve bu milletin değerlerine yaslanamaması" olduğunu söyledi ve üniversitenin bu yüzden küresel bir marka haline gelme çabalarında da hedeflerine tam manasıyla ulaşamadığını savundu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, belli fikirdeki insanların üniversitelere alınıp diğer fikirdekilerin alınmadığını söyledi ve devam etti: “Çok seslilik ile kendi ülkesine ve milletine yabancılık arasındaki çizgiyi doğru çizmeden de bunu başaramayız. Batı ülkelerindeki üniversiteler, soruyorum, çok sesli değil mi? Peki bunlardan hangisinin sürekli kendi devletine, kendi halkının değerlerine karşı faaliyet yürüttüğünü duydunuz, gördünüz. Böyle bir şey var mı?” Nitekim daha sonra Boğaziçi Üniversitesini “yerli ve milli” hale getirmek için atanan kayyum rektörler eliyle yürütülen operasyonun sonuçları hepimizin malumudur.


Trump’ın üniversitelere yönelik başlıca açıklamaları ve politikalarını incelediğimizde de benzer bir örüntü görüyoruz: Harvard üniversitesine saldırdığı bir konuşmada şöyle diyor: “Harvard artık saygın bir öğrenim kurumu olarak kabul edilemez… Bir şaka, nefret ve aptallık öğretiyor, federal fon almamalı.” Trump’ın saldırdığı en önemli alanlardan biri ise üniversitelerin DEI (Diversity, Equity, and Inclusion) yani “Çeşitlilik, Hakkaniyet ve Kapsayıcılık” programlarıydı, Yemin töreninden sonraki ilk günlerde DEI ve "cinsiyet ideolojisi" programlarını yasaklayan yürütme emirleri imzaladı. Yükseköğretimde "nefreti, aşırıcılığı ve ideolojik kaosu" aşılayan üniversiteleri "akademik özgürlüğü tehdit eden yerler" olarak tanımladı. Columbia Üniversitesi’ne Ortadoğu, Güney Asya ve Afrika çalışmaları departmanını “akademik kayyum” altına aldırma, disiplin süreçlerini merkezileştirme gibi talepler yöneltti. Federal fon kesintileri, üniversiteleri bu değişikliklere uyum sağlamaya zorladı. 7 Ekim sonrası üniversitelerde İsrail’in katliamlarına yönelik protesto gösterilerinden sonra üniversiteleri antisemitizm ile mücadele etmemekle suçladı. Columbia Üniversitesi’ne 400 milyon dolar fonun geri çekilmesi gibi ciddi yaptırımlar uygulandı; ayrıca bazı uluslararası öğrencilere yönelik gözaltı ve vize iptalleri yaşandı.


Macaristan’da ise akademik özgürlükler iktidar partisi Fidesz tarafından yoğun bir saldırı altında. 2011 yılında yürürlüğe konan yasa ile Üniversite özerkliği, kamu üniversitelerinin rektörlerinin, yeni kurulan “üniversite konseylerinin” ve mali direktörlük (şansölye) görevinin hükümet tarafından atanacak olması nedeniyle ortadan kaldırıldı. 2017 yılında Macaristan Parlamentosu, Ulusal Yükseköğretim Yasası'nda alelacele bir değişiklik yapılarak Macaristan doğumlu ABD'li finansör George Soros tarafından kurulan ve bir Amerikan üniversitesi olan Orta Avrupa Üniversitesi Central European University (CEU) faaliyetleri Macaristan’da sonlandırıldı. Üniversite Viyana’ya taşınmak zorunda kaldı.


Dijital Dönüşüm ve Platform Kapitalizmi


Neoliberal paradigma tarafından öne çıkartılan ve platform kapitalizmi ile giderek ivmelenen “bilgi ekonomisi”, değer kaynağı olarak, verinin ve bilginin kullanımının ön planda olduğu ve ekonomik büyümenin giderek geleneksel sanayi üretiminden ziyade bilginin üretilmesi, yayılması ve ticarileştirilmesine bağlı olduğu bir ekonomik sistemi ifade ediyordu. Bu çerçevede üniversiteler, yalnızca bilgi üretim merkezleri olarak değil, aynı zamanda ekonomik rekabetin temel motorları olarak konumlandırılmıştı. Yüksek nitelikli iş gücü yetiştirmek, inovasyonu teşvik etmek ve özel sektörle teknoloji transferi sağlamak gibi görevler üstlenmeleri isteniyordu. Araştırma gündemleri çoğunlukla piyasa öncelikleriyle uyumlu hale gelmiş, fikri mülkiyet önemli bir gelir kaynağı olmuş ve üniversiteler giderek rekabetçi, performansa dayalı finansman modelleriyle faaliyet göstermeye başlamıştı. Kısacası, yükseköğretim kurumlarının hem bilgi temelli iş gücünün yetiştirildiği alanlar hem de akademik araştırmayı doğrudan ekonomik büyüme ve bilginin ticarileştirilmesine bağlayan kurumlar olarak işlev görmesi bekleniyordu. Bu beklenti hala geçerliliğini sürdürmekle birlikte teknolojik ve toplumsal dönüşümler bilgi ekonomisi içinde üniversitelerin rolünü de giderek önemsizleştirmektedir.


Teknolojik dönüşümler, üniversitelere ilişkin bir diğer tehdit kaynağını oluşturuyor. Bu çerçevede özellikle Kitlesel Açık Çevrimiçi Derslerin yaygınlaşması (İngilizce orijinali, MOOC: Massive Open Online Courses) ve Yapay Zekâ alanında yaşanan gelişmeler geleneksel anlamda üniversitelerin işlevlerini sorgulanır hale getirmiştir. MOOC’ların, mikro sertifikaların ve çevrim içi öğrenme platformlarının yaygınlaşması —ki bunlar çoğu kez teknoloji devleri tarafından domine edilmektedir— üniversitelerin tekelinde olan geleneksel diploma sistemini sarsmaktadır. Öte yandan hızla gelişen yapay zekâ, pedagojik süreçler, araştırma ve ölçme-değerlendirme için hem fırsatlar hem de ikilemler yaratmaktadır. Diğer yandan üniversiteler, özel eğitim teknolojisi sağlayıcılarına giderek daha bağımlı hale gelmektedir. Yapay Zekâ alanındaki gelişmeler de daha çok bu alanda faaliyet gösteren şirketlerin en yetenekli akademisyenleri kendi bünyelerine katmasıyla hızlanmakta, bu durum üniversitelerin altını oymaktadır.


Coursera, edX, Udacity gibi platformlarla yaygınlaşan Kitlesel Açık Çevrimiçi Dersler (MOOC’lar), bilginin tabana yayılmasında ve demokratikleşmesi için önemli bir araç haline gelmiştir. Bu platformlar, coğrafi, ekonomik ve sosyal engelleri büyük ölçüde ortadan kaldırarak farklı ülkelerden ve sosyoekonomik düzeylerden milyonlarca insanın nitelikli eğitim içeriğine erişmesini mümkün kılmaktadır. Böylece bilgi, maddi ve manevi olarak ona erişim imkanları olan belirli bir elit kesimin tekelinde kalmamakta, geniş kitlelere ulaşır ve fırsat eşitliği güçlenmektedir. MOOC’lar aynı zamanda yaşam boyu öğrenmeyi teşvik ederek bireylerin kendi hızlarına ve ilgi alanlarına göre öğrenmelerine olanak tanımaktadır. Üniversiteler ve önde gelen akademik kurumlar da pek çok açık kaynak eğitim içeriği sunma yarışına girmişlerdir. Bu kurumlar tarafından sağlanan içeriklerin, bu derslerin güvenilirliğini arttırdığı, küresel ölçekte açık bilgi kültürünü ve akademik paylaşımı güçlendirdiği, bu sayede, özellikle dezavantajlı bölgelerdeki bireyler için yüksek kaliteli bilgiye erişim bir ayrıcalık olmaktan çıkıp, evrensel bir hak haline getirdiği iddia edilmektedir.


Ancak, MOOC’larda ve çevrimiçi derslerde yüz yüze etkileşimin olmaması, öğrenme deneyiminin en zayıf yönlerinden biri olarak görülebilir. Geleneksel sınıf ortamında öğrenciler, eğitmenle ve diğer öğrencilerle doğrudan iletişim kurarak sorularını anında sorabilir, kendi görüşüne karşıt görüşleri duyabilir, tartışmalara katılabilir ve fikir alışverişinde bulunabilir. Bu dinamik ortam, hem motivasyonu hem de öğrenmenin kalitesini artırdığı gibi kişilerin, pek çok sosyal medya platformunun hapsettiği türden bir “yankı odası” içinde kendisine benzer görüşlerinden başkasına maruz kalmamasını engeller. Oysa çevrimiçi derslerde bu tür etkileşim sınırlıdır; forumlar veya yorum alanları olsa bile, anlık geri bildirim alınamaz ve derinlemesine tartışmalar nadiren gerçekleşir.


Ayrıca, beden dili, tonlama ve sınıf içi sosyal bağlar gibi öğrenmeyi destekleyen unsurların yokluğu, bilgilerin daha yüzeysel bir şekilde edinilmesine neden olmaktadır. En büyük eksiklik ise kampüs mekanını paylaşma, kültürel ve sanatsal etkinliklere katılma, farklı toplumsal arka planlardan gelen öğrencilerle etkileşim halinde olma ve bu yolla dönüşme olanağının olmamasıdır. Kendi öğrencilik yıllarımı düşündüğümde üniversite hayatının bana sağladığı en değerli katkıların seçkinci özel okullardan gelen öğrencilerden ülkenin “uzak” yörelerinden gelen farklı etnik ve kültürel aidiyetlere sahip öğrencilere kadar farklı öğrenci gruplarını barındıran bir kampüs ve yurt hayatı ve akademik çalışmalar dışında yer aldığım kulüp ortamları ve çevreler olduğunu söyleyebilirim. Artık seçkinci özel okullardan mezun olan öğrenciler yükseköğretimlerine doğrudan yurtdışında devam etmeyi tercih etseler de bu çeşitlilik hala mevcut. Maalesef MOOC’lar bu zenginliği sağlamıyor ve yükseköğretimin sadece “bilgi edinmeye” indirgendiği bir çağda bu bilgi açlığını doyurmaya hizmet ediyor.

“Tekno-feodaller” ya da “tekno-oligarklar” gibi sıfatlarla anılan Musk, Zuckerberg ve Bezos gibi teknoloji devlerinin liderlerinin, sahip oldukları muazzam ekonomik güç ve küresel etki de üniversite eğitiminin önemini giderek azaltıyor. Bu figürlerin çoğu ya üniversite eğitimini yarıda bırakmış ya da akademik kariyerlerini terk ederek servetlerini teknoloji girişimleri üzerinden inşa etmiştir. Elde ettikleri başarılar, gençler arasında “diplomasız da başarı mümkün” algısını güçlendirirken, devasa teknoloji şirketleri tarafından sunulan çevrimiçi platformlar ve öğrenme araçları da klasik üniversite modeline olan ihtiyacı sorgulatır hale gelmiştir. Böylece üniversiteler, bilgiye erişimde tek merkez olmaktan çıkarken; güç, bilgi üretimi ve toplumsal yönlendirme imkânı giderek bu yeni dijital oligarşilerin eline geçmektedir.


Yapay zekâ alanında yaşanan baş döndürücü gelişmeler de üniversiteler için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Öğrencilerin otomatik olarak makale, kod ve diğer ödevleri üretmesini mümkün kılarak akademik dürüstlüğü sarsılması ve ölçme-değerlendirme süreçlerinin güvenilirliğini sorgulanması gibi sorunlar ortaya çıkarıyor. Yapay Zekâ alanındaki hızlı gelişmeler, müfredatların ve öğretim elemanlarının sürekli olarak uyum sağlamasını gerektiriyor; pek çok akademisyen öğrencilerin ödevlerini yaparken yapay zekâ kullanacaklarını varsayarak ölçme ve değerlendirme uygulamalarını, özellikle ödev ve projeleri bu önyargıyla hazırlayıp değiştirmek zorunda kalıyor. Dahası, yapay zekâ, özellikle öğrencilerin eleştirel düşünme ve analiz becerilerini olumsuz etkiliyor. Bilgiye erişimin makineler tarafından kolaylaştırıldığı bir çağda üniversiteler, zaten zor elde edilen ve eğitim sistemi tarafından giderek köreltilen sorgulama, empati, etik muhakeme ve yaratıcı düşünce becerilerini nasıl geliştirecek? Bu zorlukların ele alınması, üniversitelerin yapay zekâ çağında önemini koruması için hayati önem taşıyor.


Çoklu Kriz ve Sistemik Kırılganlık


21. yüzyıl, birbirine bağlı ve eşzamanlı küresel krizlerin yaşandığı bir döneme evrilmiştir. Bu durumu tasvir etmek için kullanılan “çoklu kriz” (Polycrisis) terimi ilk olarak Fransız filozof ve sosyolog Edgar Morin ile eş yazarı Anne Brigitte Kern tarafından 1993 yılında yayımlanan Terre-Patrie (İngilizceye Homeland Earth: A Manifesto for the New Millennium, 1999) adlı kitapta kullanılmıştır. İklim değişikliği, küresel sağlık tehditleri, jeopolitik istikrarsızlık, teknolojik dönüşümler, gıda ve enerji güvenliği ile artan toplumsal eşitsizlikler, çatışmalar ve iklim değişikliği kaynaklı büyük göçler bir araya gelerek çok boyutlu bir kriz yapısı, yani çoklu kriz (polycrisis) ortamını oluşturmaktadır.


Çoklu kriz (polycrisis) kavramı—birden fazla krizin etkileşime girerek sistemik istikrarsızlık üretmesi durumu—yükseköğretimin mevcut durumunu da çarpıcı biçimde tanımlar. COVID-19 pandemisi, fiziksel kampüs modelindeki yapısal zayıflıkları ortaya çıkarmış ve öğrenciler arasındaki dijital uçurumları gözler önüne sermiştir. Aynı zamanda, siyasal kutuplaşma ve dezenformasyon, kriz dönemlerinde bilimsel uzmanlığın güvenilirliğini zayıflatmaktadır. Bu örtüşen bozulmalar, üniversiteleri daha kırılgan hale getirmekte ve istikrar ile kamunun kendilerine duyduğu güveni sürdürmelerini zorlaştırmaktadır.


Bu krizler sarmalına bir de “ruh sağlığı krizini” eklemek gerektiğini düşünüyorum. Üniversiteler, günümüzde genç yetişkinlerin büyük bir kısmını barındırmaları ve eğitim-yaşam baskılarının yoğunluğu nedeniyle, küresel ruh sağlığı krizinin en görünür sahnelerinden biri haline gelmiştir. Öğretim üyeleri arasında akademik özerkliğin aşınması ve giderek artan motivasyonsuzluk, geçim sıkıntısı ve gelecek kaygısı, temel bilimsel araştırmalara azalan ilgi akademik çalışmalara olan ilgiyi azaltmakta akademik üst kademelere hâkim olan vizyonsuzluk ve kayırmacılık üniversitedeki entelektüel ortamı kısırlaştırmaktadır. Pek çok akademisyen geçim sıkıntısı nedeniyle üniversite içinde ve dışında farklı gelir kapısı arayışına itilmiştir.


Öğrenciler arasında kaygı, depresyon ve stresle ilişkili bozuklukların görülme sıklığı hızla artmakta; akademik rekabet, yüksek öğrenim maliyetleri, barınma krizi, artan yaşam maliyetleri, belirsiz kariyer beklentileri ve sosyal baskılar, bu sorunların temel sebepleri arasında yer almaktadır. Pek çok öğrenci ise geçim sıkıntısı nedeniyle mezun olmadan yarı ya da tam zamanlı olarak çalışmaya başlamak zorunda kalmaktadır. Bu durum, konsantrasyon kaybı, motivasyon düşüklüğü ve akademik performansın olumsuz etkilenmesi gibi sonuçlar doğurmakta; üniversitelerde uzatılmış öğrencilikler, öğrenimden uzaklaşma ya da öğrenimi bırakma oranları giderek yükselmektedir. Buna ek olarak, çoğu üniversitede danışmanlık merkezleri ve ruh sağlığı hizmetleri, artan talebi karşılamakta yetersiz kalmakta; kültürel ve sosyal stigma ise öğrencilerin yardım arayışını engellemektedir. Ayrıca çeşitli sebeplerle cinsel tacizi önlemek için kurulan merkezler kapatılmakta ve çalışanlar işten çıkarılmaktadır. Dijital öğrenme ve sosyal medya kullanımının yoğunluğu, özellikle pandemi döneminde izolasyon, yalnızlık ve sosyal karşılaştırma baskılarını artırarak kaygı ve depresyonu derinleştirmiştir. Sonuç olarak, üniversiteler hem genç yetişkinlerin ruh sağlığı krizinin merkezi bir alanı hem de bu krizle mücadelede potansiyel bir çözüm mekânı olarak kritik bir rol oynamaktadır.


Maalesef bu yeni döneme Türkiye çok hazırlıksız bir şekilde yakalanmıştır. 2016 darbe girişiminden sonra tamamen iktidar oyunları, bir türlü sağlanamayan toplumsal barış, vizyonsuzluk ve kısır çekişmeler ülke gündemine damgasını vurmuştur. Üniversiteler de bu dönemde birer rant alanı olarak görülmüş ve liyakatsiz kadrolaşmaların, kayırmacı yaklaşımların ve yüksek siyasetin gölgesinde işlevlerini yitirmeye başlamışlardır. Ülkenin giderek artan bir şiddette maruz kalabileceği riskler, iklim değişikliği kaynaklı, yangın, kuraklık, gıda kıtlığı türünden felaketler, toplumsal ve bölgesel barışı tehdit edebilecek çatışmalar ve büyük göçler, yapay zekanın insan, toplum ve doğa yarına kullanılmamasının yaratacağı eşitsizlikler, deprem riskinin de daha şiddetli hale getirdiği kentsel sorunlardır.


Dünya özellikle teknolojik açıdan enerji, ulaşım, yapay zekâ gibi alanlarda hızlı bir ilerleme ve dönüşüm geçirirken ülkemiz savunma sanayiindeki gelişmeler dışında ciddi bir ilerleme kaydedememiştir. Bulunduğumuz coğrafyada güvenlik risklerinin arttı algısının güçlü olduğu bir dönemde bu yönelim anlaşılabilir bir durumdur, ancak bilim ve teknolojinin diğer alanlarında, özellikle temel bilimlerde ciddi bir baz oluşturmadan seçili bazı alanlarda teknolojik ilerlemeler kadük kalmaya mahkumdur. Üstelik güvenlikçi algıya dayalı bu tercihte diğer iki çok önemli risk faktörleri göz ardı edilmektedir: küresel ısınma kaynaklı doğal afetler ve deprem riski. Üstelik bölgesel savaş ve kıtlık kaynaklı büyük göçler karşısında da ülkemizin dayanıksız bir yapıda olduğu son yirmi yılda bölgemizdeki gelişmelerin yarattığı büyük göçler ve bunların yol açtığı toplumsal sorunlar ile kanıtlanmıştır. Savunma sanayi dışında kalan reel sektörün önünü görememesi ve derinleşen ekonomik krizler nedeniyle savunma sanayii dışında AR-GE faaliyetleri sekteye uğramış, akademisyenler gelecek kaygısı ve belirsizlikler nedeniyle uzun erimli araştırma projelerine yönelik motivasyonlarını yitirmiş, yurtdışındaki üniversitelere geçişler hızlanmıştır.


Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi ve "sahte diploma" iddialarına yönelik açılan soruşturmalar da, üniversite öğrencileri arasında derin bir tepki ve tartışma doğurdu. Bu tepki öğrencilerde diplomaya duyulan güvenin sarsıldığını, akademik kazanımların siyasi çekişmelerde kolayca elden alınabileceği kaygısını yansıtıyor. Özellikle 19 Mart’ta İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonra üniversite gençliğinin yoğun bir şekilde katıldığı protestolar, öğrencilerin sadece bir siyasi kişiliğin diplomasına değil, daha geniş bir anlamda üniversitelerin hukuki özerkliği, akademik prestij ve bireysel hakların korunması meselesine duyarlılık geliştirdiğini ortaya koyuyor. Bu atmosfer, gençlerin güçler ayrılığı ilkesinin aşındığı ve siyaset ve hukukun iç içe geçtiği ve baskının giderek arttığı bir siyasi konjonktürde bile aktif şekilde duruş sergilediklerini; diplomaların, bilimsel birikimin ve akademik kimliğin siyasi araç haline getirilmesine karşı kaygı duyduklarını ve tepki gösterdiklerini net biçimde gösteriyor.


Çatışmalı bir dünyada üniversiteler


Ülkemiz açısından ve akademi açısından 2016 darbe girişimi sonrası 10 yılı kayıp yıllar olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Dünya özellikle teknolojik açıdan enerji, ulaşım, yapay zekâ gibi alanlarda hızlı bir ilerleme ve dönüşüm geçirirken ülkemiz savunma sanayiindeki gelişmeler dışında ciddi bir ilerleme kaydedememiştir. Bulunduğumuz coğrafyada güvenlik risklerinin arttı algısının güçlü olduğu bir dönemde bu yönelim anlaşılabilir bir durumdur, ancak bilim ve teknolojinin diğer alanlarında, özellikle temel bilimlerde ciddi bir taban oluşturmadan seçili bazı alanlarda teknolojik ilerlemeler kadük kalmaya mahkumdur. Üstelik güvenlikçi algıya dayalı bu tercihte diğer iki çok önemli risk faktörleri göz ardı edilmektedir: küresel ısınma kaynaklı doğal afetler ve deprem riski. Üstelik bölgesel savaş ve kıtlık kaynaklı büyük göçler karşısında da ülkemizin dayanıksız bir yapıda olduğu son yirmi yılda bölgemizdeki gelişmelerin yarattığı büyük göçler ve bunların yol açtığı toplumsal sorunlar ile kanıtlanmıştır. Savunma sanayi dışında kalan reel sektörün önünü görememesi ve derinleşen ekonomik krizler nedeniyle AR-GE faaliyetleri sekteye uğramış, akademisyenler gelecek kaygısı ve belirsizlikler nedeniyle uzun erimli araştırma projelerine yönelik motivasyonlarını yitirmiş, yurtdışındaki üniversitelere geçişler hızlanmıştır.

Devlet Bahçeli’nin başlattığı ve PKK’nın kendisini feshetmesi ile devam eden süreç ülkemiz adına son on yıllık yakın geçmişi yeniden değerlendirmek için değerli bir fırsat sunmaktadır. Benim de imzacısı olduğum “Barış İçin Akademisyenler” metninde yer alan çağrıya on yıl önce olumlu yanıt üretilebilse idi ülkemiz açısından son on yılda yaşanan kayıplar, akademide yaşanan tasfiyeler olmayacak, akademi giderek kuraklaşmayacak, ülkemizin kaynaklarını tüketen çatışmalar son bulacak, ekonomik kriz bu kadar derinleşmeyecek ve eğitimli gençlerin kitleler halinde yurtdışına göçü azalacaktı.


Her şeye rağmen üniversitelerin, ya da toplumsal barışa duyarlılığı olan akademisyenlerin “terörsüz Türkiye” sürecinde bir rolü olabilir ve olmalıdır. Üniversiteler bir ölçüde politika üstü ve günlük kaygılar ötesinde görece daha nesnel bir bakış açısı geliştirebilir ve hem dünyadaki çatışmasızlık ve uzlaşma süreçlerinden sağlayacakları bilgi birikimi ile, hem de ülkemize ve bölgemize yönelik daha geniş bir perspektif geliştirerek toplumsal barış ve uzlaşmaya katkı sağlayabilirler.


İktidarın arka bahçesi olarak üniversiteler


Üniversitelerin 21. Yüzyıldaki rolüne ilişkin tartışmaya ülkemizin özgün katkısı ise yeni kurulan taşra üniversitelerinin işlevidir. Tuğba Tekerek’in Taşra Üniversiteleri: AK Parti’nin Arka Kampüsü adlı çalışması, Türkiye’de 2000’li yılların ikinci yarısında kurulan taşra üniversitelerinin yalnızca eğitim kurumu olmanın ötesinde, AK Parti iktidarının siyasi, ideolojik ve ekonomik hegemonyasını pekiştiren önemli araçlar olarak işlev gördüğünü kapsamlı bir biçimde ortaya koymaktadır. Ağrı İbrahim Çeçen, Bingöl, Giresun, Kilis 7 Aralık ve Yalova gibi yeni kurulan üniversiteler, merkezi şehirlerin dışında devletin ve iktidarın görünürlüğünü artıran, yerel sosyal ve ekonomik yapıyı biçimlendiren mekanlar olarak tasarlanmıştır.

Tekerek’in saha gözlemleri ve derinlemesine görüşmeleri, bu üniversitelerde akademik kadro atamalarından yönetim biçimlerine, kampüs içi sosyal alanlardan öğrencilerin günlük yaşamına kadar neredeyse her unsurun, merkezi iktidarın ideolojik çizgisiyle uyumlu olacak şekilde şekillendirildiğini göstermektedir. Amfiler, kütüphaneler, kafeler, yurtlar ve özellikle kampüs camileri, öğrencilerin hem akademik hem sosyal deneyimlerini yönlendirerek partinin değerlerini ve toplumsal vizyonunu benimsetmeye hizmet etmektedir.


Bu üniversiteler, bilgi üretimi ve yükseköğretim sağlama işlevlerinin ötesinde, yerel topluluklar üzerinde ekonomik, kültürel ve sosyal nüfuz kurarak iktidarın tabanını genişletmekte ve pekiştirmektedir. Öte yandan, bölgesel kalkınma ve istihdam alanında sağladıkları olanaklar, iktidarın yerel meşruiyetini güçlendiren bir araç olarak işlev görmektedir. Böylece taşra üniversiteleri, yalnızca öğrencilerin eğitim aldığı mekanlar değil, aynı zamanda AK Parti’nin politik ve ideolojik hedeflerini uygulayan, yerel toplumsal yapıları kendi lehine yeniden şekillendiren “arka kampüsler” olarak ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede, yeni kurulan üniversiteler, merkezi iktidarın ideolojik yayılımını ve siyasi meşruiyetini pekiştirirken, Türkiye’de yükseköğretimin taşra ayağının da siyasetle ne denli iç içe geçtiğini göstermektedir. Bu çerçevede AKP iktidarı Yeni Sağın ve otoriter popülizmin üniversitelere yönelik küresel saldırısının çok ötesine geçmiş ve “parti-devlet” modeli çerçevesinde kendi imgelemine uygun “yerli ve milli” üniversitelerin bizzat kurucusu olmuştur. Bu gidişata direnmeye çalışan tek tük kurum kalsa da çoğu köklü üniversite ve bir çek akademisyen genel eğilime uyum sağlamış ve biat yoluyla avantaj sağlamış, biat etmeyenler ise çeşitli yollarla cezalandırılmış ve sindirilmeye çalışılmıştır.


Sonuç


21. yüzyılda dünyada ve ülkemizde üniversiteleri tehdit eden unsurlar çok boyutlu, sistemik ve derinden birbirine bağlıdır. Neoliberalizm yükseköğretimi piyasa baskılarına tabi kılmakta; küreselleşme hiyerarşiler ve bağımlılıklar yaratmakta, çoklu kriz kırılganlıkları artırmakta; hakikat sonrası dinamikler üniversitelerin sahip olduğu epistemik otoriteyi aşındırmakta ve dijital dönüşüm kurumsal yapıları yeniden şekillendirmektedir. Yeni sağın yükselişi doğrudan üniversiteleri hedef almakta ve otorite popülizm çoğu durumda üniversiteleri dize getirmeye çalışmaktadır. Bu tehditleri anlamak, tekil sorun anlatılarının ötesine geçerek üniversiteleri bu dönüşümler içinde hem mağdur hem de aktör olarak gören bütüncül bir teorik perspektif geliştirmeyi gerektirir. Üniversitelerin, kamusal misyonlarını yeniden sahiplenmesi, aşırı ticarileşmeye direnmesi ve belirsizlik çağında açıklık ile özerklik arasında denge kuran uyum stratejileri geliştirmesi, çoklu krizler çağında sıkıştığı ikilemleri aşmasını sağlayacak alternatifler üretmeye çalışması hayati önem taşımaktadır. Bu çerçevede tartışılmasını önereceğim bazı alternatifler bir sonraki yazının konusu olacaktır.

 
 
 

Comments


nuriersoy.net

© 2035 by nuriersoy.net. Powered and secured by Wix

bottom of page